İnsanlar aleminde hayati bir fonksiyon olan “konuşma” eylemi, sosyalliğin bir sonucu ve öncülüdür. İnsan türü hayatta kalmak ve devamlılığını sağlamak için diğer insanlarla etkileşim kurmaya ihtiyaç duyar. Bu etkileşimin temeli, iletişim kurmaktır. İnsanlar arası iletişim büyük oranda, kendi türüne ait bir dil kullanımı aracılığıyla sağlanmaktadır. Türk Dil Kurumuna göre “dil” en temel haliyle “insanların, duygularını, düşüncelerini bildirmek için sözcükler ya da işaretler aracılığıyla yaptıkları anlaşma, öteki kişilerle iletişimi sağlayan ortam” içiminde tanımlanmaktadır.
Tarihte insanların dil öğrenimi ve gelişimine dair çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Bazılarında dil yetisinin biyolojik olarak donanımlı bir tür olmaktan kaynaklandığı savunulurken bazılarında ise konuda sosyal bir çerçeveden, davranışçı yaklaşım vurgulanmaktadır. Öne çıkan davranışçı yaklaşımlardan biri Quine tarafından savunulmuştur. Quine’e göre, insanlar konuşmakta olduğu dili, bebeklik veya erken çocukluk dönemlerinde; çevresindeki insanların sözel davranışlarını gözlemlemek suretiyle benimserler.
Dile ait birtakım kuralların, sarf edilen ortamdaki koşullara uyum sağlaması gibi; insanların dil öğreniminde de gözlenebilir davranışlar şekil vermede temel etkendir. Bir diğer davranışçı yaklaşımın öncülerinden Skinner de dili öğrenebilmek için bebek ve çocukların çevrelerini gözlemlediklerini, bakım verenlerinin sağladığı pekiştirmeler aracılığıyla da benimseyip hayata geçirdiklerini öne sürmüştür. Skinner’e göre dil de, diğer bütün insan davranışları gibi koşullanmaların yani çevresel faktörlerin birer ürünüdür.
Dil öğrenimi ve kullanımına dair bir diğer temel yaklaşım, biyolojik çerçevedir. Bu konuda öne çıkan kuramlardan biri Chomsky’nin “Psikolinguistik” dil kuramıdır. Chomsky’e göre dil “özünde yalnızca insan türüne ait olan ve bazı anormal durumlar dışında tüm insanlar arasında neredeyse tümüyle ortak köklere dayanan biyolojik yapının özel bir parçasıdır”. Pinker ve Stevenson da Chomsky gibi, dilin insanlar tarafından herhangi ekstra bir çaba olmaksızın kendiliğinden edindiği biyolojik temelli bir yeti olduğunu savunmuştur. Üstelik dil kullanımı gibi 2 kompleks bir yapının, davranışçı yaklaşım doğrultusunda çevreden öğrenimle edinilemeyeceğini vurgulamaktadır. Öte yandan Piaget gibi etkileşimci yaklaşımı savunan bilim insanları ise; dilin hem kalıtsal yetiler hem de çevre etkileşimi sonucu geliştiğini ifade etmektedir. Bu çerçevede çocuğun doğuştan mevcut bu potansiyeli, ebeveyni veya bakım vereni sayesinde ortaya çıkarabildiği ve geliştirdiği öne sürülür.
Dil gelişiminin kökenlerine dair yapılan araştırmalar kişilerin yalnızca iletişim kurma becerilerini aydınlatma amacıyla sınırlı kalmamıştır. Kişilerin dışa vurduğu sözlü davranışlarının ötesinde düşünce ve fikirleri de gözlemlenemeyen davranışlarını oluşturmaktadır. Dil insanların analitik veya sosyal zekasını etkileyebilir, karakteristik veya duygu durum özelliklerini şekillendirebilir veya tüm bunlardan etkilenebilir. Aynı zamanda dil, insanların bütün bir dünyayı anlamlandırma ve hatta algılama aracıdır. Özelikle son dönem araştırmaları insanların dili nasıl konuştuklarının veya hangi dili konuştuklarının, düşünce biçimlerini etkilediğini ortaya koymaktadır. Anadil gerçekten de insanın uzay da dahil olmak üzere dünyanın pek çok yönü ve zaman kavramı hakkında düşünme biçimini şekillendiriyor gibi görünmektedir.
Örneğin İngilizcede süre hakkında izlenimler belirtirken “uzunluk-kısalık” yönünden bir ifade tercih edilir (örneğin "bugünkü dersim uzun sürmedi" gibi), İspanyolca veya Yunanca dillerinde ise zaman hakkında miktar belirten nitelemeler tercih edilir, kısa-uzun yerine "çok", "büyük" ve "az" gibi kelimeler kullanılır. İngilizcede ve Türkçede de insanlar gelecek ve geçmiş hakkında konuşmak için “ön ve arka” anlamına gelen kelimeleri kullanırlar (örneğin belirli yaşanmış bir olayın geride kalması veya planlanan bir etkinliğin önünde olması gibi). Bunun yanında Mandarin Çincesi gibi diğer bazı dilleri konuşanlar iki tür zaman metaforu kullanmaktadır: İlki yukarıda belirtildiği gibi “ön-arka” iken diğeriyse “yukarı-aşağı” metaforlarıdır. İşte bu örnekler, farklı anadilleri konuşanların zamanı nasıl kavramsallaştırdığının değişkenlik gösterdiğini kanıtlar. Nitekim her dilin başka bir kişilik özelliği yarattığı ifade edilebilir. Çünkü her dilin, fikirleri ifade etmek için kendine özgü bir anlatım biçimi vardır.
Kullanılan dilin, bilişi etkileyip etkilemediği sorusu bir çeşit yumurta-tavuk ikilemini içermektedir. Çünkü kişinin kullandığı dil özellikleri hem düşünce sisteminden etkilenir hem de bu sistemi etkiler, biçimlendirir. Kullandığı dil; insanların dünyaya veya kendine ilişkin bilişsel temsilini yönlendirir. Kişinin anadiline hakimiyeti, inceliklerini kavraması demek; duygusal derinlik için de bir çeşit zemin hazırlamaktadır.